9 Eylül 2010 Perşembe

İstanbul da Hiç Ezan Okunmadığı Gün...


   İSTANBUL'UN FETHİNDEN GÜNÜMÜZE KADAR EZAN HİÇ KESİLMEMİŞTİ. SADECE BİR GÜN OSMANLININ BAŞKENTİNDE EZAN HİÇ DUYULMADI.O GÜN CAMİLERE DAHİ GİRİŞ YASAKTI. PATRONA HALİL İSYANINDA GERÇEKLEŞEN HADİSE ŞÖYLE GERÇEKLEŞMİŞTİR;

       Damat İbrahim Paşa'nın başlattığı lale devrindeki zevk ve sefahat içinde yaşayan devlet yöneticilerinden ve hayatın pahalılaşması, ekonominin kötüye gitmesi, halk arasında huzursuzluğa sebeb olmaktaydı, bu yapılanları israf olarak gören bir kitle oluşmuştu. Bu topluluk İran seferinden olumsuz haberler gelmesi üzerine, harekete geçmiş camilerde ve diğer yerlerde propaganda yaparak ayaklanmanın zeminini oluşturmaya başlamıştı. Yeniçerilerin içerisinde de huzursuzluk belirmişti. Merkezde sadrâzam Nevsehirli Dâmâd ibrahim Pasa'ya karsi olan devlet adamlari, bilhassa devlet içerisinde yapilan idarî ve sosyal islâhatlarin askerî teskîlât içerisinde de yapilacagini öne sürerek, yeniçeri ocagini isyana tesvik ediyorlardi. Bu arada uzun süren ve Lâle devri denilen sulh devresinde istanbul'u güzellestirmek amaci ile girisilen saray, konak, yali ve bahçe gibi insâatlari da, lüks ve israftan sayarak halki kiskirtmaktan geri durmuyorlardi.
      On yedinci Ağa Bölüğü Yeniçerisi Patrona Halil ve yandaşları 25 Eylül 1730'da ayaklanmayı başlatmışlar, ancak halkın onlara katılmaması endişesiyle bu girişimlerinden vazgeçmişlerdi. İsyancılar üç gün sonra Bayezit caminin Kaşıkçılar kapısı tarafından yürüyüşe geçerek ayaklanmayı resmen başlattılar. Esnafı da dükkanlarını kapatarak kendilerine katılmaya ikna eden isyancılar, hapishaneleri boşalttılar ve yeniçerilerden de yardım gördüler. Yeniçeri ağalarından Hasan Paşa onlara karşı harekete geçtiyse de başarılı olamadı.

Bu gelişmeler üzerine halkın desteğini alan Patrona Halil ve yandaşları tamamen İstanbul'un yönetimi ele geçirdiler, İstanbul'da tam bir sıkı yönetim ilan edilmişti. devlet memurları işlerine gidemez olmuşlardı.
tam o anda halk arasında Deli İbrahim diye tanınan biri ortaya çıktı. onun deli mi? evliya mı? olduğunu kestiremiyorlardı. sonuçta isyancıların arasına gelen Deli İbrahim; Patrona Halil'e  Allah için bu haksızlıklara karşı geldiniz? bu yolda yapılan her şey mübahtır. bugün camiler dahi kapatılabilir. diye fetva verince kafası karışan isyancılar, evliya zannettikleri bu şahsın dediklerine inanarak camilere dahi girişi yasakladılar. Bu hadise üzerine  28 Eylül  1730 tarihinde İstanbul'da hiç ezan okunmamıştır. Tarihe geçen bu olay kayıtlara istanbul'da ezanın hiç okunmadığı gün olarak belirtilmiştir. 
       Sultan Üçüncü Ahmed isyancıların ne istediklerinin sorulmasını istedi. İsyancılar, Sadrazam Damat İbrahim Paşa ile birlikte 37 kişinin kendilerine teslim edilmesini istediler. Lale Devri'nin önemli kişilerinden olan Damat İbrahim Paşa ve bazı devlet adamları idam edilerek isyancılara teslim edildi. İsyan sırasında şehir tahrip edildi. İsyancılar Sadabad Köşkü'nü yaktılar. Ayrıca Divan şairlerinden Nedim de isyan sırasında öldü.

Patrona Halil ve diğer isyancı başları, bu sefer de tüm isteklerini yerine getiren Sultan Üçüncü Ahmed'in tahtan indirilmesini istedi. Kendisine ve ailesine zarar verilmemesi durumunda tahttan çekileceğini bildiren Sultan Üçüncü Ahmed, 1 Ekim 1730'da Osmanlı tahtını Şehzade Mahmud'a bıraktı.

4 Eylül 2010 Cumartesi

Mustafa Kemal Atatürk'ün Bilinmeyen Özellikleri


     
      "Atatürk" hitabını ilk kez dönemin Türk Dil Kurumu Başkanı bir konuşmasında kullanmış, Mustafa Kemal de çok beğenerek soyadı olarak almıştı. Kendisine " Ata " diye hitap edilmesinden hiç hoşlanmazdı.
     Manastır Askeri Lisesi yıllarından kalan bir alışkanlıkla hayati boyunca en sevdiği yemek kuru fasulye ve pilav olarak kaldı. Tatlıya düşkün değildi ama cani istediğinde çok sevdiği gül reçelini tercih ederdi.
     Ömrü yetseydi bir dünya turuna çıkıp Türk dili ve tarihi üzerindeki çalışmalarını genişletmek en büyük hayaliydi.
     Binlerce kitabi vardı. Ama bunların arasında bir tanesini hayati boyunca hatta cephede bile başucundan ayırmadı. Reşat Nuri Güntekin'in ünlü Çalıkuşu" romanını hep yanında taşır, her gün rasgele bir yerinden açar, birkaç sayfa okurdu.
     Atlardan sonra en sevdiği hayvan köpekti. "Fox" adini verdiği köpeği, Gazi`nin yatağının ayak ucunda uyurdu. Hayvanlara düşkünlüğü o dereceydi ki bir gün misafirlerinin de görebilmesi için yeni doğmuş bir tayla annesinin Çankaya Köşkü kabul salonuna getirilmesini bile emretmişti.
     En sevdiği dans valsti. Müzik zevki çeşitlilik gösteriyordu. Klasik Bati müziği dışında Anadolu ezgilerini de severek dinlerdi.
     Gömleklerinin hepsi beyazdı. Bu gömlekler ilk yıllarda İsviçre`de özel olarak dikilirken sonra yerli malı kullanma kampanyasına öncülük edebilmek için Beyoğlu`nda bir terziye diktirilmeye başlanmıştı.
     Takım elbiselerinin tasarımlarını hep kendisi çizerdi. Lacivert takım giymeyi sevmezdi. Boyu 1.74 idi. Hayatinin son dönemlerine kadar 76 olan kilosu hastalığının ilerlemeye başlamasıyla 46'ya kadar düşmüştü. 43 numara siyah rugan ayakkabı giyerdi. 
     Özenli ve temiz bir Türkçe konuşurdu. Ancak bazı kelimeleri Rumeli şivesiyle telaffuz ederdi.
     Hayatinin çoğunu geçirdiği savaş cephelerinden sonra Cumhurbaşkanı olarak geçirdiği yıllar ona bir tecrit yaşantısı gibi geliyor, çok sevdiği halkından ve sade bir vatandaş yaşamından uzaklaştığını düşünüyordu.
      sabah kahvaltılarıyla arası hiç hoş değildi. Yataktan kalkar kalkmaz odasındaki divanin üzerine bağdaş kurarak oturur, günün ilk kahvesini sigarasını içerdi. Bir özelliği de kendi kendine tıraş olmamasıydı.
     Evlerde bile eğri duran eşyaları düzeltmeden rahat edemezdi.
Köylünün birinin gazete kağıdına sardığı tütünü içmeye çalışırken eli yanmış, "Alın bunu kendi içsin" diyerek Atatürk`e küfretmişti. Mahkemeye çıkarılacaktı. Atatürk olayı dinledikten sonra "Onu mahkemeye vereceğinize doğru dürüst sigara içmesini temin edin" dedi. 
     Hastalığının başlangıcında kendisini muayene eden Dr.Fissinger günde kaç paket sigara içtiğini sormuş, Atatürk "sekiz" demişti. Doktor bunu günde bir pakete indirmesi gerektiğini söyleyince gülümseyerek cevap vermişti :" Ben zaten bir paket içiyorum. Bundan sonra bunu sizin izninizle yapacağım".
     Bir sabah milletvekilleri ile trene binmişti. Kondüktörün milletvekillerinden bilet parası almamasına şaşırmış nedenini sormuştu. Trenin milletvekillerine bedava olduğunu örgenince epey sinirlenmiş, "Ne de güzel halkçılık ama" demişti.
      İlk mecliste bir oturum sırasında üyelerden biri laikliğin ne manaya geldiğini anlamadığını söyleyince Gazi çok sinirlenmiş ve elini kürsüye vurarak bir din bilgini olan üyeye cevap vermişti : "Adam olmak demektir hocam, adam olmak! " 
     Gittiği yurt gezilerinde kendisi için kurban edilen hayvanlara bakamaz böyle durumlarda sırtını döner yada kesilmelerini engellerdi. 
     Askeri lisede öğrenmeye başladığı Fransızca'yı sonraki yıllarda geliştirdi. Zengin bir kelime bilgisi vardı. Konuşurken araya Fransızca sözcükler de eklerdi.
     Kumardan hoşlanmaz ama arkadaşlarıyla fasulyesine poker oynardı. Oyun sonunda kazandıklarını iade ederdi.
     Cephelerde düşmanla göğüs göğüs'e savaşmış biri olarak en ilginç özelliği savaş meydanları dışında kan görünce fenalaşmasıydı.
     Bir gün halk arasında dolaşırken kara çarşaflı bir kadına rastlamış, "Hafız Hanım benim hatırım için başındaki örtüyü açar mısın ?" diye sormuştu. Kadın çarşafını açarak, Atatürk' ün ellerini öptü.
     Sportmen kişiliği vardı. Her gün at biner , yüzmeye gider ve bilardo oynardı.
Eğitim hayatı boyunca en basarili dersi matematikti. Pozitif bilimlere ilgisi hayati boyunca sürdü.
     Yağcılara çok kızardı. Bir akşam sofrasında kendisine gereksiz şekilde iltifat eden Abdülhak Hamit`e müdahale etti.
     1937`yi 1938`e bağlayan son yılbaşı gecesini Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras ile baş başa geçirmişti. O gece dolabındaki bazı elbiseleri bakana hediye etmişti. 




Mustafa Kemalin İslam Dini Hakkındaki Görüşleri

ATATÜRK'ÜN İSLAM DİNİ HAKKINDAKİ GÖRÜŞLERİ:

        Mustafa Kemalin inançsız olduğunu iddia edenler, mason olduğunu iddia edenler, onun islam dini ile ilgili düşüncelerini mutlaka okumalıdırlar. Mustafa Kemal bir evliya değildi, o bir yüzyılın dahi komutanıydı,  mutlaka her insan gibi Allah'ın bir kuluydu. İşte Mustafa kemal'in islam dinimize karşıtlığı olamazdı; zaten onun karşıtlığı yozlaşmaya idi. Aşağıdaki sözleri onun, Kuranda geçen ayetleri doğrular niteliktedir.
 Kuran pek çok ayetinde;
  'Biz Kuran'ı düşünün, ibret alın diye gönderdik...' (Kamer 17, 23, 32, 40, Taha 113, Nur 60, Sad 29, Yunus 3),
   'Biz onu manasına akıl erdiresiniz diye indirdik...'(Yusuf 2, Zuhruf 3),
   'Biz Kuranı anlayıp, nasihat kabul etsinler diye gönderdik...' (Ed-duhan 58, Nur 1, 34),
   'Biz kuranı her şeyi açıklayan, doğruyu gösteren bir rehber, bir rahmet kaynağı olarak indirdik (Nahl 89)
    böyle söylüyor, o halde Mustafa Kemalin düşünceleri niçin islam karşıtı olarak algılanıyor.
İşte Mustafa Kemal düşünceleri:
   Türkler İslam oldukları halde, bozulmaya, yoksulluğa, gerilemeye maruz kaldılar; geçmişin batıl alışkanlık ve inançlarıyla İslamiyet'i karıştırdıkları ve bu suretle gerçek İslamiyet'ten uzaklaştıkları için, kendilerini düşmanlarının esiri yaptılar. Gerçek İslam'ın çok yüce, çok kıymetli gerçeklerini, olduğu gibi almamakta inatçı bulundular. İşte gerilememizin belli başlı sebeplerini bu nokta teşkil ediyor.
      Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu anlaşılması;Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran, Türkçe olmalıdır. Türk insanı Kuranı kendi ana dili ile okursa daha dindar ve de asıl benimsediği dinin yüceliğini derinden ve şuurla kavramış olacaktır.
      Türk milleti Arapça öğrenmedikçe asırlardır ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin bile anlamını bilmediği halde, beyni sulanmış hafızlara döndüler. Biz kuranı duvarlara asmış, ancak tören olarak okuyoruz, musiki ile duygulanmak için okuyoruz. Aklımızla anlayıp davranışlarımızı geliştirmek için ise, başkalarının bize anlattıklarına bağlanıyoruz.
     Arapça yazılmış olan kuran; Türkler için tekrarlanan, fakat anlamını bilmediğinden dolayı, ses ve nağmeden öte işlevi olmayan bir kitap görünümündedir. Türk halkı kuranın anlamını da öğrenmelidir. Bu husus hüküm sürmekte olan pek çok hurafe ve geleneğin dinle ilgisi bulunmadığının farkına varılmasını sağlayabilir. Kuranı bilen anlayan Türk halkı, çeşitli çıkar çevrelerince kolay kolay aldatılıp yönlendirilemez. Bu, taklide dayalı dindarlıktan bilinçli dindarlığa geçişin temeli olacaktır.

Atatürk'e göre Kuran'ın gönderiliş amacı; insanlara bilgi vermek ve onların davranışlarını yönlendirmektir. Başka kişilerin anlatımlarına bakanlar, Kuran'ın gönderilişinin en önemli amacı olan bilgi edinme ve davranış geliştirme boyutunu ihmal etmektedirler. Türkler Kuran'ı düşünmek, ibret almak ve ders almak için değil, onunla duygulanmak için okumaktadırlar. Atatürk Kuran'ın, halkın kendi dinini daha iyi öğrenmesi, anlaması ve tanıması için Türkçe'ye çevrilmesini istemiştir. Çünkü bir insanın anlamadığı, bilmediği şeye tam ve içten inanması zordur. Yüz yıllarca rivayet ve hurafeler din olarak insanlara anlatılıp dayatılınca, bunun doğal sonucu olarak kuran da bir kenara atılmıştır.


      Atatürk, Kuran'da yer alan ve İslam dininin esasını teşkil eden bilgi ve öğretilerle, evrende hakim olan kanunların aynı kaynağa dayandığını söylemektedir. Hem dini gönderenin hem de evrendeki kanunları düzenleyenin yüce Allah olduğunu belirtmekte, inanç ve akıl dengesini 'İnsana aklı veren de dini gönderen de Allah'tır. Dolayısıyla Allah'ın buyrukları onun verdiği akla aykırı olmaz' demek suretiyle vurgulamaktadır.
    
       İnsana verilen akıl etme, keşfetme güdüsü ve icat etme yeteneği insanı sürekli ilerlemeye motive eder. Kuran'a göre Allah'ın yarattığı her şey sürekli bir gelişim içerisindedir. Atatürk, tarihin ilk çağlarından günümüze kadar insanlığın bir gelişim içerisinde olduğunu, tıpkı bir çocuk gibi evre evre gelişip günümüze ulaştığını belirtir. Atatürk'e göre insanlık, bilgi ve kültür bakımından artık belli bir olgunluk düzeyine ulaşmıştır. Allah'ın, bu gün artık ileri düzeye ulaşmış insanlığa gönderdiği dinin, akla ve bilime aykırı olması düşünülemez. Bilimin ışığında ilerlemek dine aykırı değildir. Batı bilimsel ilerlemenin sağladığı teknolojik kazanımlar sayesinde İslam dünyası karşısında üstünlük sağlamış, siyasi ve ekonomik başarılar elde etmiştir.
      
        Atatürk, 'Bilhassa bizim dinimiz için herkesin elinde bir ölçü vardır. Bu ölçü ile hangi şeyin bu dine uygun olup olmadığını kolayca takdir edebilirsiniz. Hangi şey ki akla, mantığa halkın menfaatine uygundur; biliniz ki o bizim dinimize de uygundur. Bir şey akıl ve mantığa, milletin menfaatine, İslam'ın menfaatine uygunsa kimseye sormayın. O şey dindir. Eğer bizim dinimiz aklın mantığın uyduğu bir din olmasaydı mükemmel olmazdı, son din olmazdı' demiştir. İslam'da bilime verilen önem Kuran'da da açıkça belirtilmektedir. Kuran ayetlerinde Allah; insanları düşünmeye, incelemeye ve araştırmaya çağırır. (Bakara Suresi, 164. Ayet)

        Atatürk, her şeyi Allah'tan bekleyen anlayışı doğru bulmaz. Tövbe suresinin 14. ayeti 'Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin..' demektedir. Ayette de açıkça görüldüğü gibi; insan ve toplum bir konuda üstüne düşen görevleri yerine getirdikten, güç ve imkanlarını sonuna kadar kullandıktan sonra neticeyi Allah'tan beklemek durumundadır. Atatürk, insanın gücü dahilinde, imkanı dahilinde olan iş ve durumlar hakkında gerekli araştırma, düşünme ve değerlendirmeleri yaptıktan sonra eyleme geçmeyi önerir. İnsani gerekleri yerine getirmeden, Allah'tan bir şey beklemenin yanlışlığına dikkati çeker.

        Atatürk, İslam aleminin içinde bulunduğu acınacak duruma da değinmekte; 'Ehli İslam'ın duçar olduğu zulüm ve sefaletin elbette bir çok müsebbibi vardır. Alem-i İslam hakikat-i diniye dairesinde Allah'ın emrini yapmış olsaydı, bu akıbetlere maruz kalmazdı. Allah'ın emri çok çalışmaktır. Büyük dinimiz çalışmayanın insanlıkla ilgisi olmadığını bildiriyor diyerek, Müslümanların maruz kaldığı yıkımın ve içine düştükleri yoksunluğun en önemli sebebinin yeterince çalışmamak olduğunu ifade etmektedir.

        Kuran insanları bilime teşvik ederken, bunun tam aksine zamanla Müslümanlar İslam'dan uzaklaşmış, İslam'ın altın çağının sonu olan 1100'lerden itibaren akıl ve bilimsel çalışmalar bir kenara bırakılarak, salt ibadete ve hatta saptırılmış inanca dayanır hale gelinmiştir. Bu dönem Müslümanların kuran dininden uzaklaşıp, genellikle bidat ve hurafelere inanmaya başladıkları, ölülerden, şeyh, ermiş ve benzeri unvanları kendinden menkul kişilerden medet umdukları dönemdir. İslam'ın içine düşürüldüğü bu acıklı durumu çok iyi gören Atatürk, Türkleri ve İslamiyet'i çağdaş medeniyetle yüz yüze getirmiş, hem Türkiye hem de İslam dünyasında yeni bir çığır açmıştır.

        Atatürk, gittiği her yerde hoca ve imamlarla din-kuran konusunda sohbet edip, Arapça metinlerin Türkçe anlamları hakkında sorular sorardı. Bir Konya gezisinde, Cuma namazında Arapça okunan hutbeyi dinleyen Atatürk'ün, daha önce karşılaşıp konuştuğu Hacı Hüseyin Ağa ile aralarında şöyle bir konuşma geçer:

- 'Hutbeden ne anladın hacı, doğruyu söyle'
- 'Ne anlayayım oğlum; okuyorlar, biz de dinliyoruz. Ben cahil adamım. Tabii anlayan anlar. Sizler anlarsınız.'
- 'Ben de anlamıyorum.'
- 'Nasıl anlamazsın? Geçen gelişinde Elham'ın, Kulhü'nün manasını bana verdin. O günden beri düşündükçe hep ağlarım. Hocalara gidip; haydi düşün önüme, sizi paşaya imtihan ettireceğim dedim. Bak korkudan yanına yanaşamadılar, gelemediler'.
         Atatürk Edirne ziyaretinde Selimiye Camii'nin içini dolaşırken, mihrapla büyük avizenin arasında durarak yukarıdaki yarım kubbenin üzerinde Arapça yazılı olan ayeti okuyarak müftüye sorar. 'Hocam bu ayet Tevbe suresi 18' nci ayet değil mi?' der. Müftüden 'Evet paşa hazretleri' cevabını aldıktan sonra müftüye 'Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?' diye sorar. Hocanın doğru cevabı üzerine teşekkür edip 'Evet bende öyle biliyorum' der. Hat sanatının ağdalı uygulamasıyla kubbeye yazılı ayetin hem Arapçasını ve hem de Türkçe anlamını bilecek kadar İslam konusunda birikimli bu büyük, bu güzel insana 'Dinsiz, din düşmanı ...' diyenlerin, her halde Allah katında verecekleri hesapları olacaktır.
  
       Atatürk inançlı bir insandı. Büyük Millet Meclisi'nin 23 Nisan 1920 Cuma günü açılmasını emretmiştir. Bu açılışın 21 Nisan 1920'de tüm Türkiye'ye gönderilen bildirgesi, bildirgeyi bizzat kaleme alan Atatürk'ün, samimi inancını açıkça gözler önüne seren tarihi bir belge niteliğindedir:
 
  1. Allah'ın yardımıyla 23 Nisan Cuma günü, Cuma namazından sonra Ankara'da Büyük Millet Meclisi
açılacaktır.
 
  2. Vatanın bağımsızlığı...... ve kurtarılması gibi çok önemli vazifeleri olan Meclisin açılış gününü, Cumaya tesadüf ettirmekten maksat, o günün kutsallığından faydalanmak ve açılmadan önce sayın milletvekilleriyle Hacı Bayram Camii'nde Cuma namazı kılmak, Kuran ve namazın nurlarından faydalanmaktır...
 
  3. O günün kutsallığını güçlendirmek için bugünden başlayarak valiliklerde, vali beyefendinin düzenlemesiyle hatim indirilecek, muhayiri şerif okunacaktır. Hatmin son kısımları Cuma namazından sonra Meclis binası önünde tamamlanacaktır....
 
    Atatürk'ün din konusundaki samimiyetini ve dinine olan bağlılığını ortaya koyan diğer bir tarihi delil de, onun çıktığı bir yurt gezisi sırasında Balıkesir'de 7 Şubat 1923 tarihinde Zağanos Paşa Camii'nde bizzat vermiş olduğu hutbedir. Atatürk, Allahın birliği ve büyüklüğünden, Peygamberimiz Allah tarafından insanlara dini hakikatleri tebliğe memur ve Resul oluşundan bahsettikten sonra: Efendiler! Hutbe demek halka hitap, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan birtakım manalar ve mefhumlar çıkarılmamalıdır. Hutbeyi irad eden hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti Peygamber zamanında hutbeyi kendileri verirlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz gerekse Hulefay-ı Raşidin'in hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, söyledikler şeyler, o günün meseleleridir. O günün askeri, idari, mali, siyasi ve içtimai konularıdır. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lazımdır. O da milletin reisi olan zatın halka doğruları söylemesi ve halkı aydınlatması, halkı umumi ahvalden haberdar etmesi son derece ehemmiyetlidir. Çünkü herşey açık söylendiği zaman halkın dimağı faaliyet halinde bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek, şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir...
 
    Şüphesiz Atatürk; tarihin şahit olduğu en büyük komutan ve devlet adamlarından biridir. Bunu tüm dünya kabul etmektedir. Atatürk'ü, askeri dehasının ve devlet adamı vasfının yanı sıra insan olarak da ön plana çıkartan birçok önemli özelliği vardır. Tevazuu, hoşgörüsü, barışçı ve uzlaşmacı kişiliği, duygusallıktan uzak akılcı yapısı, ahlak anlayışı, dinine karşı olan hassasiyeti, kararlılığı, temizlik ve bakımına, sanat ve estetiğe verdiği önemi bunlar arasında sayabiliriz. Bu özellikler incelendiğinde; Atatürk'ün ahlakının pek çok yönüyle Kuran ahlakı ile uyum içinde olduğunu rahatlıkla görebiliriz. Atatürk'ün yakın arkadaşı, TBMM'nin Gaziantep mebusu Kılıç Ali Paşa, Atatürk'ün müşfik, anlayışlı ve kibar kişiliğini şöyle özetlemiştir:
   
     - Atatürk, çok müşfik, çok ince, çok vefakar bir insandı. Vefasızlara, vefasızlıklara karşı son derece gücenir ve üzüntü duyardı. Yakınlarının, sevdiklerinin hususi, hatta ailevi dertlerini dinler, adeta bir baba şefkatiyle onlara çareler arar, onları teselli ederdi. İnsan onun huzuruna çıkarak dertlerini döktükten sonra rahatlar, kalbi huzur dolarak büyük bir ferahlık içinde yanından çıkardı. (Bakara Suresi 263. Ayet).
  
    - Atatürk; çok sabırlı bir insandı. Bazen sofrasında, kendisiyle davetlileri arasında, mebuslarla, arkadaşlarıyla mücadele şekline dökülen öyle münakaşalar olurdu ki, onun müsaade ve müsamahasından cüret alınarak gösterilen taşkınlıklara sabır ve tahammül gösterebilmek için, ancak ve ancak Mustafa Kemal olmak lazımdı. (Enfal Suresi 66., Bakara Suresi 177., Ali imran Suresi 186., 200., Nahl Suresi 126. ve 127. Ayetler).
      - Atatürk iki yüzlü, riyakar, dalkavuk insanlardan hoşlanmazdı. Hiç kimsenin gammazlık etmesine, yahut birbiri aleyhinde dedikodu yapmasına müsamaha etmezdi. Böyle bir hal vukua geldiği takdirde, ilk fırsatta o iki insanı yüzleştirirdi. (Hümeze Suresi 1. Ayet).
     - Atatürk'ün en büyük özelliklerinden biri de, yaşadığı çağın çok ötesinde bir dehaya ve başarılarla dolu bir yaşama sahip olmasına rağmen, son derece mütevazi ve alçak gönüllü olmasıydı.
   - Atatürk'ün istişare, yani farklı insanların görüşlerini alma konusuna verdiği önem bir kaynakta şöyle anlatılır: 'O, harikulade zekasına, büyük görüş kuvvetine, hadiseleri tahlil derinliğine dayanmakla beraber, başkalarının fikir ve mütalaalarına da kıymet verirdi. Onun en kuvvetli tarafı, belki de en büyük kudreti, istişare etmesini bilmesi ve istişareler sonunda kendi eşsiz mantığını hadiselere hakim kılmasıydı.' (Şura Suresi 38. Ayet). Atatürk bu özelliğini şu cümlelerle özetlemiştir: 'Ben diktatör değilim.. Çünkü, ben zoraki ve insafsız davranmayı bilmem. Ben kalpleri kırarak değil, kazanarak hükmetmek isterim.'
    Atatürk'ün tavır ve davranışları, Allah'ın bir çok ayette insanlara emrettiği Kuran ahlakına uygun bir davranış tarzıdır. Kuran'ın binlerce ayeti incelendiğinde; şefkat, merhamet, ince düşünce, vefa, sabır, dürüstlük, yalan söylememe, affetme, bağışlama, alçak gönüllülük, tevazu, hoşgörü, adil olma, iftira, fitne-fesat, arkadan konuşmama, yardım sever olma ve çok çalışma gibi birçok özelliğin insanlar tarafından sahip olunması gereken hasletler olduğu görülür. Allah bizden Kuran da belirttiği bilgili, çalışkan, iyi ahlaklı, dürüst, yardımsever, başkalarının hakkına saygılı ve erdemli insanlar olmamızı istiyor. Bu gün İslam dünyasının en büyük sorunu, dini sadece ibadet etme olarak anlama ve yapma noktasına indirgemiş olmalarıdır. Sadece namaz kılarak ve oruç tutarak İslam dininin gereklerini yerine getirileceği ve cennete ancak ibadet ederek gidileceği cahil halk kitlelerine empoze edilmektedir. Halbuki Atatürk'ün belirttiği gibi Kuran böyle söylememektedir. Kuranın istediği insan modeli ile şu andaki hurafeleri, batıl itikadı, örfü, gelenekleri din zanneden insan modeli arsında uçurumlar vardır. Atatürk işte bunun için 'Türk Kuran'ın arkasında koşuyor; fakat onun ne dediğini anlamıyor, içinde neler var bilmiyor ve bilmeden tapınıyor. Benim maksadım; arkasında koştuğu kitapta neler olduğunu Türk anlasın. Türkler, dinlerinin ne olduğunu bilmiyorlar. Bunun için Kuran, Türkçe olmalıdır' demektedir..
     İşte tam burada ortaya çıkan çarpıcı gerçek veya sorun; okumuş, tahsilli, aydın ve Atatürkçü kesimin Kurana uzak kalmaları, onun gerçek muhtevasından haberdar olmamalarıdır. Biz Atatürk'ün yaptığı ve istediği gibi Kuran konusunda, din konusunda bilgili ve donanımlı olmak yerine, bilgisiz ve cahil kaldığımız müddetçe meydan yobaz ve yarı cahillerin uydurmalarına kalmakta, hiç kimse de 'hayır, yanlış, o öyle değil, Kuran'da bu konuda şöyle denmektedir' diye karşı çıkıp konuşamamakta hatta kaçmaktadır. Şu gerçek çok iyi bilinmelidir. İslam dininin kurallarını yalnız ve yalnız Allah, o da Kuran'da yazıldığı şekilde koymuştur. Kuran'da yazmayan, Peygamberimizin uygulamalarında olmayan hiçbir kuralı şu veya bu kimse, şu veya bu şekilde din olarak ileri süremez. Böyle bir davranış, o kişinin kendisini din kuralı belirleyicisi (Allah) yerine koyması demektir ki, bu da hiç kimsenin harcı değildir.
     Atatürk, inançlı kişiliğinin bir göstergesi olarak din adamlarına karşı da her zaman samimi bir şekilde davranmış ve hürmetkar olmuştur. Dolmabahçe Sarayı ve Çankaya Köşkü'ne hafızları çağırtarak sık sık Kuran okutmuş, ayetler üzerinde incelemelerde bulunmuş ve hafızlarla meal ve tefsir konularında fikir alış verişinde bulunmuştur. Cumhuriyetin ilk Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi, bu konuyu şöyle anlatır: 'Ata'nın huzuruna girdiğimde beni ayakta karşılardı. Utanır, ezilir, büzülür, Paşam beni mahcup ediyorsunuz dediğim zaman, Din adamlarına saygı göstermek Müslümanlığın icaplarındandır' buyururlardı. Atatürk, şahsi çıkarları için kutsal dinimizi siyasete alet eden cahil din adamlarını sevmezdi.
       Sabiha Gökçen: 'Bir sabah, Ata'nın elini öpmek üzere yanına girdim. İşleri ile meşguldü. Bir süre ayakta bekledim, birden derin bir iç geçirdi ve 'Allah' dedi. (O bunu sık sık tekrarlardı) Atatürk hakkında evvelce çok şeyler duymuştum, bu tesirle olacak, bir hayli şaşırdım. O'nun ağzından Allah kelimesini duymak beni şaşırtmış ve heyecanlandırmıştı. Ata'nın yüzüne şaşkın bir şekilde bakmış olacağım ki; 'Sen dindar mısın?' diye sordu. Ben de ailemden aldığım din terbiyesiyle 'Evet, dindarım' dedim ve bu cevabımı nasıl karşılayacağını anlamak için ürkek ürkek yüzüne baktım. Cevabım hoşuna gitmişti. 'Çok iyi... Allah büyük bir kuvvettir. O'na daima inanmak lazımdır.' dedi ve bu konuda uzun uzun izahat verdi. Ben de o zaman anladım ki, Atatürk hakkında söylenenlerin aslı yoktur ve Ata bütün söylenenlerin hilafına inançlı bir insandır. 
    Atatürk hiçbir zaman dine karşı olmamıştır. Pek çok konuşmasında halkımızı dinimizi öğrenmeye çağırmış, 'Bizi yanlış yola sevk edenler bilirsiniz ki, çok kere din perdesine bürünmüşler, saf ve temiz halkımızı hep din kuralları sözleriyle aldata gelmişlerdir. Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... Görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harabeden fenalıklar hep din örtüsü altındaki küfür ve kötülükten gelmiştir.' demiştir. Onun mücadele ettiği şey; din maskesi altında insanların sömürülmesi, dini kullanarak kendine makam, mevki ve çıkar sağlayarak dini yozlaştıranlardır.
       Araplar, topraklarına üç semavi din peygamberinin gelmesiyle övünürler ve üstünlük iddia ederler. Bizi de böyle bir nasipten mahrum olduğumuz için küçümserler. Aslında bu bizim ahlak ve insanlık benliğimizi, hiçbir devirde bir peygambere muhtaç olmayacak kadar kaybetmemiş olmamızın ilahi takdiri ve tasdikidir.'

 Atam bıraktığın Emaneti, kutsal kitabımız Kuran gibi anlayamıyoruz ve sahip çıkamıyoruz... 


Mustafa Kemal Atatürk'e İlahi Yardımlar

AZİZ MEHMED DUMLU HAZRETLERİNİN ÜSTADINDAN AKTARDIKLARI:



    Muhabbetullah çiği pişirir. Hak dostları böyledir. Anadolumuz ve Türk toplumu, tarih boyunca bu büyük insanları çok fazla doğuran bir annedir. Hiçbir ülkede ve toplumda bizim kadar Allah dostu çok olmamıştır ve olmayacaktır. Onun için Türk kelimesi büyük, yüksek, âli ve güzel bir kelimedir.Türk'ün karakteri yüksektir. Atatürk, bu gerçeği görmüş: "Türk milletinin karakteri yüksektir. Türk milleti çalışkandır; zekidir, " diye övgüyle hitap etmiştir. Sonunda bir mutluluktan söz ederek: " Ne mutlu Türk'üm diyene! " demiştir.
Bunu neden görmüyorlar ve onu suçluyorlar? Atatürk kimseye: "Ben peygamberim," demedi. "Sen peygambersin," diyenler oldu. Ama o, elinin tersiyle bunları ittirdi: "Hayır! Ben askerim. Komutanım," dedi.
Kütahya istasyonundan tren geçerken Atatürk, trenin kompartımanında biraz eğlenir. Halk Atatürk geçiyor, diye istasyona hücum eder. O günün Maarif müdürü:

-Hey Kütahyalılar! Şehrimize peygamber geldi, diye karşıdan bağırır. Atatürk, kompartımanda bu sözü duyunca :

-Defedin şu mürâîyi! Sokmayın şuraya. Ben peygamber değilim; ben askerim. Komutanım, der.
 
Bu sözü, Atatürk'ün iki metre kadar yakınında bulunan babam Lütfi Bey duyar. Ben de ondan dinledim.

"Bütün kötülükleri ona çıkarmamak ve mal etmemek lâzım. Elbette onun da eksiği, kusuru vardır. Nihayet beşerdir; peygamber değildir. Ama yaptığı büyük hizmetler vardır. Öne düşmüştür. "

Anadolu'nun o günkü manevî ricali, onu bu işe münasip görmüştür ve seçmiştir.
O, arkasında binlerce Mehmetçik ile yüzlerce komutanla rahmet-i ilâhî, şefâat-i peygamberi ve himmet-i pirânla bu vatanı düşmanlardan kurtarmıştır.
Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.), bir gün bu büyük Türk kumandanı ile ilgili şu gerçeği ifade buyurdular:

-Oğlum, Atatürk'ün kaputunu örtünerek Kocatepe'de kayaların üstünde uyurken çekilmiş bir fotoğrafı vardır. Sen, onu gördün mü?
-Evet azizim, gördüm.
-İşte oğlum, o taşların üzerinde uyumadan önceki Mustafa Kemal' le uyandıktan sonraki Mustafa Kemal farklıdır. O, uyku anında iken Anadolu'nun erenleri ve erbâb-ı kemal teveccühte bulundular. Uyandığı zaman " Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz'dir ileri! " sözünü söyledi.
Burada şöyle bir soru akla gelebilir: Niye Atatürk, başka paşalar yok muydu? Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)'in ifadesiyle bu sorunun cevabını verecek olursam: Mustafa Kemal, yapısı itibariyle şecaat ve metanet sahibi bir kişiliğe sahipti. Bunun böyle oluşunu da teğmen rütbesini taktığı andan itibaren birçok savaşların içine girip hepsinden muzaffer olarak çıkmasıyla göstermiştir.
Yine Atatürk'le ilgili ancak bugüne kadar hiç duyulmamış bir hadiseyi Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)'den dinledim:
Atatürk, Bandırma vapuruyla Samsun'a çıkıp Kuvâ-i Milliyye hareketlerin başlattığı zaman Erzurum ve Sivas arasında Atatürk'ü taşıyan araba arıza yapar Arkadaşları, arabanın arızasını gidermeye çalışırlar. Bu arada Mustafa Kemal, yolun kenarında bir ileri, bir geri yürümeye başlar. Aynı zamanda düşüncelidir. Bu esnada yolun üzerinde Atatürk'e doğru merkep üzerinde başı sarıklı bir köy imamının gelmekte olduğu görülür.
Hoca Efendi yaklaşarak Atatürk'e selâm verir. Atatürk:
-Aleyküm selâm hocam, diyerek mukabele eder.
Mustafa Kemal Paşa, Hoca Efendi'ye:
-Hocam, yolculuk ne tarafa? diye sorar.
Hoca Efendi, parmağını uzatarak 3-5 km. ilerideki ağaçları göstererek bir köyü işaret eder:
-Beyim! İşte şu karşıdaki köye gidiyorum, der.
Mustafa Kemal Paşa:
-Hayrola hocam! O köyde ne işin var? diye sorduğunda hoca:
-Beyim, o köyün imamı, benim ve bu civardaki imamların hocasıdır. Benim gibi birçoğumuzu yetiştirmiştir. Dün üç beş köyü, kendi köyünde toplayıp, aşlar kaynatıp hatimler okuyup, dualar edileceğini haber saldı. Bu yapılacak duaya katılmak için yola çıktım, der.
Atatürk:
-Hocam, nedir duanızın sebebi? Sünnet, düğün falan mı var? diye sorduğunda, Hoca Efendi:
-Hayır beyim! Sünnet, düğün falan yok. Hâdise şudur : Allah, bu milletin başına bir Mustafa Kemal Paşa vermiş, milletin önüne düşmüş, kurtuluş hareketlerini başlatmış. Onun muvaffakiyeti için hatimler okuyup dualar etmeye gidiyorum, der.
Mustafa Kemal:
-Hocam, Allah dualarınızı kabul buyursun. Masum çocukları da duanın içine katın. Masumların içinde bulunduğu dua ind-i ilâhîde kabul olunur, der.
Bu konuşmanın üzerine Atatürk, hocayı biraz daha konuşturmak ister ve şöyle devam eder:
Hocam, maşallah bindiğin merkebe iyi bakmışsın. Hayvan besili, der.
Hoca:
-Beyim, dil bilmez hayvan. Yemine, samanına dikkat etmezsek Allah sorar, diye cevap verir
Atatürk tekrar sorar:
-Hocam, sen hiç hayvanlarla, kuşlarla yani böyle canlılarla ilgili kitaplar okudun mu?
Hoca:
-Beyim ben okumadım, fakat şimdi gittiğim o karşıdaki köyün hocasından bu mevzularla ilgili çok sohbet dinledim. Başınızı ağrıtmazsam anlatayım, der.
Atatürk:
-Buyur hocam anlat, der.
Hoca Efendi, kendi hocasından dinlediği şu hikâyeyi anlatır.
-Asırlar evvel eski Yunan âlimlerinden birisi, yumurtlayan hayvanlarla doğuran hayvanların tesbit ve tefriki için seyahate çıkmış. Üç dört sene gezinmiş ve bir hayli bilgi toplayıp kitap yazmış. Seyahati sırasında Bağdat'ta imam-ı Azam Hazretleri'nin medh ü senasını işitmiş ve imam-ı Azam Hazretlerini ziyarete varmış. Karşılıklı hâl hatır sorulduktan sonra imam-ı Azam Hazretleri bilgine:
-Sebeb-i seyahatiniz nedir? diye sorduğunda seyyah bilgin:
-Efendim, yumurtlayan hayvanlarla doğuran hayvanları tesbit için çalışıyorum, diye cevap vermiş.
İmam-ı Azam Hazretleri:
-Çalışmanız bitti mi, diye buyurduğunda bilgin:
-Henüz bitmedi. Üç dört sene daha gezip dolaşmam ve çalışmam lâzım, der.
Bunun üzerine imam-ı Azam Hazretleri, gezgin seyyaha şöyle der:
-Kendine yazık edip yormuşsun. Bunun için senelerce gezip dolaşmana gerek yoktu. Oturduğun yerden yapabilirdin.
Bilginin gözleri açılır. Dikkatle ve hayretle:
-Nasıl olur? diye sorar.
İmam-ı Azam Hazretleri:
-Kulağı dışında olanlar doğurur. Kulağı içinde olanlar yumurtlar. Meselâ deve kuşu kocaman bir kuştur. Kulağı içinde olduğu için yumurtlar. Gece kuşu küçük bir kuştur, ancak kulağı dışarıdadır. Doğurur, diye cevap verir.
Bunun üzerine Yunanlı bilgin:
-Eyvah emeklerim! diye dizlerini döver.
Atatürk, dikkatle hocadan dinlediği bu hikâye üzerine
-Hocam ağzına sağlık. Çok güzel anlattın, diye hocanın gönlünü okşar.
Bundan sonra Hoca Efendi:
-Beyim muhabbet güzel, ama ben yoluma devam edeyim. Hatim ve dualarımızı yapalım. Zira köyüme geri dönmem lâzım, diye ayrılır. Hoca Efendi, üç beş metre gider sonra geriye döner. Atatürk'e yaklaşarak:
-Beyim güzel dilleştik. Ancak sizi tanısaydık. Kim olduğunuzu bilseydik, deyince Atatürk hocanın yanına yaklaşır. Sağ elini merkebin üzerindeki hocanın omuzuna koyar. Derin bir nefes alır.
-Hocam hocam! İşte o dua etmeye gittiğin Mustafa Kemal benim, der. Bunu duyan Hoca Efendi, merkebinden iner. Atatürk' le sarmaş dolaş olurlar ve her ikisi de ağlar. Sonra hoca yoluna devam eder.
Azizim Hoca Mustafa Efendi (k.s.)' den bana intikal eden bu hâdiseyi azizim o günleri gören ve yaşayanlardan dinlemiştir.
       Elbette bu hikâye, Mustafa Kemal Paşa'nın bu büyük hizmetlere top yekûn bir milletin dua ve gözyaşlarıyla başlayıp ve zaferle sonuçlandırdığının altında yatan himmet ve teveccühlerin kimden ve nereden geldiğini anlamakta zorluk çekilmeyeceğinin açık bir delilidir. (Hoca Hafız Mehmet Efendi' nin mürşid-i kâmili Hoca Mustafa Efendi(k.s.)' den intikal eden bu hikayeyi anlatması oldukça manidardır. Zira bir ehlullah boş yere konuşmaz. Onun sohbetinden hatta anlatışı sırasındaki tavrından, hâl ve hareketlerinden alınacak ders vardır.Hoca Hafız Mehmet Efendi'nin büyük Türk kumandanı ve askeri dehası Atatürk'e yönelik anlattığı bu gerçek, bu zamana kadar Mustafa Kemal hakkında söylenilenlerin ne kadar doğru ne kadar gerçek olduğunu gösterir. Ancak bunu kanaatimizce açıklamaya çalışmadan önce şu konunun hatırlatılmasında yarar olduğuna inanıyoruz: Her biri birer etiketten ibaret görülse bile insanlara verilen isimler tesadüf değildir. Zaten tesadüf denilen bir şey yoktur. Allah Teâlâ'nın kendinden kendine dilemesi ve murat etmesi vardır. Onun için ehl-i zahir tarafından tesadüf gibi görülen şeyler, Allah Teâlâ'nın muradıdır. Bu düşünceden hareket edersek Mustafa isminin lügat manasını ifade etmemiz gerekir. Mustafa; Arapça bir kelime olup safvetten gelir ve seçilmiş demektir. Tasavvufî manasına gelince bunu ancak ehli bilir. Bizim bunu ne idrak etmeye ne de açıklamaya yetkimiz yoktur. Ancak Hoca Hafız Mehmet Efendi'nin sohbetlerinde Hz. Peygamberimiz'e o yüce ve kâinatın efendisine bahşedilen Mustafa ism-i şerifi hakkında Muhammed İkbal'in sözünü ifade buyurduklarını dinledik. Bu sözü zikretmenin yerinde olacağını düşünüyoruz: " Mustafa, kelimesindeki gizli manayı anlayan korkunun altında şirkin gizlendiğini görür". Bu güzel sözün ardından hemen bizzat zat-ı âlileri: "Kendisinden şüphe duyanlar korkar." diye buyurdular. Bu durumda Atatürk'ün Anadolu erenleri, velileri tarafından seçilmiş olduğu onların himmet, teveccüh ve imtiyaz-ı ilâhilerini kazanmış olduğu aşikârdır. Böylece Mustafa Kemal Paşa'nın ilâhi imtiyaza sahip olduğu anlaşılır. Onun bütün savaşlardaki muzafferiyyeti ve başarısı, bu ilâhi imtiyazın neticesidir. Kemal, ismine gelince, Arapça olgunluk, yetkinlik manasındadır. O, olgunluğunu ve yetkinliğini Anadolu erenleri ve erbab-ı kemalden teveccüh bulunduğu ve Türk milletini içine düştüğü girdaptan çıkarmak için önder olduğunda göstermiştir. Hoca ile buluşması, dilleşmesi Allah'ın ona bir mesajıdır. Türk milleti, ihtiyarıyla genciyle; kadınıyla erkeğiyle; köylüsüyle şehirlisiyle; hocası imamıyla seninle beraberdir. Sana duacıdır, demektedir. Anlatılan hatıraya gelince: Bilginin Yunan olması ve o bilginin İmam-ı Azam Hazretleri ile karşılaştırılması da yine bir mesajı beraberinde getirir. Anadolumuz'un Yunanlılar tarafından işgal edileceğini ancak Hak dostlarının, Hak âşıklarının buna izin vermeyeceğini gösterir. Nitekim Yunan bilgini, yumurtlayan hayvanların ve doğuran hayvanların tesbit ve tefriki için yıllarca gezip dolaşmasına rağmen nasıl boşa kürek çekmişse Yunan da Anadolu'nun Hıristiyanlaştırılmasında boş yere yorulmuştur. Çünkü ehlullah, Mehmet Akif'in İstiklâl Marşımızda zikr ettiği gibi: "Şu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli/Ebedi yurdumun üstünde benim inlemeli". Anadolu' dan ne ezan sesinin duyulmamasına, ne tevhid sancağının gökyüzünün enginliğinden indirilmesine razı olmazdı. Bu, asırlarca böyle olmuştur. Ne zaman Türkler uçurumun kenarına gelmişse Türkleri çok seven Allah(c.c.) bu milleti zilletten ve zevalden kurtarmıştır. Veli kullarının, teveccühte ve himmette bulunmalarına rıza göstermiştir. Hoca Efendi' nin Mustafa Kemal' le dilleşip söyleştikten sonra köye gitmek isteyişi, hocamızın sohbetlerine istinaden herkesin kendi usul ve erkânına göre hareket etmesi gerektiğini ifade eder. Devlet ricali devleti yönetmeye, ehlullah manen terbiye altında himmetleri ve feyizleriyle, hayat verici nefesleriyle Türk milleti için, insanlık ailesi için kâmil insan yetiştirerek onun elinden, dilinden, cümle uzuvlarından hizmet sunmaya, Türk kumandanı hudutta, cephede milletini muhafaza etmeye memur kılınmıştır. Nitekim şu hikâye bu gerçeği dile getirir: Atpazarî Osman Efendi, Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa' ya nasihatında: Siz, bizim hırkamızı giyseniz, sizin örf ve nizamınız bozulur. Biz sizin kaftanınızı giydiğimizde ise bizim yol ve nizamımız bozulur. Bu sebeple, herkesin kendi usul ve nizamına göre hareket etmesi daha uygundur, diyerek aklın meşrep ve kabiliyetler doğrultusunda kullanılmasını tavsiye etmiştir. Bu güzel sözün bir eşdeğerini, Edirne Sarayı' nda birkaç gün kalıp II. Murad' a himmetlerde bulunan Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri de söylemiştir: Hünkârım, müsaade buyurun, bekleyenlerimiz var. İhvan-ı kiram bizi bekliyor. Allah, tac ve tahtınızı kadim etsin; Devlet-i âliyye-i Osman' a hizmetiniz bol olsun. Biz sizlere duacıyız. Bizim görevimiz, halkı eğitmektir; Sizin göreviniz ise halkı yönetmektir. Müsaade buyrun, biz eğitimle meşgul olalım, siz de yönetiminize devam ediniz. Eğer biz halkı eğitmezsek, siz yönetimde çok güçlük çekersiniz.)
      Atatürk, kendisine tevdî edilen vatanı kurtarma görevini binlerce asker, yüzlerce komutan ve kendisine yapılan himmetlerle yerine getirmiş muzaffer bir komutandır. Elbette beşerdir. Artıları yanında, her insan gibi onun da eksileri vardır. Ancak asl olan yaptığı hizmetin büyüklüğünü kavrayabilmek ve kavratabilmektir. Zira insanlar, birbirinin eksiklerini görmekle bir yere varamazlar. Artılarını görmek lazım.
"İnsan, arkada bıraktığı hizmetleriyle rahmete mazhar olur ve insanlar ebedi dualarını, minnet dileklerini tarih boyunca yâd ederler. Onu bağrında, sinesinde yaşatırlar."
      Devletin başına geçen iktidarların Atatürk' ü topluma sevdirmeleri gerekirdi. Eğer Atatürk' ü doğal halinde bıraksalardı, Türk milleti, yüksek karakterli ve büyük bir toplumdur. Tarih boyunca kendisine hizmet edenleri şükranla yâd etmesini bilmiştir.Halk kendine önderlik eden bu büyük Türk kumandanını da minnetle, şükranla yâd etme görevini gayet güzel yapardı. Ancak zaman zaman Atatürk' ü putlaştıranlar olmuştur. Bu hareket de inanç sahiplerini rencide etmiştir.
      Atatürk putlaştırılmamalıydı. Eğer Atatürk sağ olsa, kendisini putlaştıranlara ne derdi? Elbette şiddetle reddederdi. Nasıl ki; Kütahya istasyonunda iken trenin kompartımanında "Kütahyamız'a peygamber geldi," diyen maarif müdürünü elinin tersiyle ittirdiyse kendisini putlaştıranlara da aynı şeyleri yapardı. Bu konuda çok büyük hata yapılmıştır.

Milli Bayram Kararı

MİLLİ BAYRAM GÜNÜ KARARI

       Mustafa Kemal Atatürk'ün başkanlığını yaptığı Türkiye Büyük Millet Meclisi, Peygamber Efendimiz'in (sav) doğum gününü 'milli bayram' ilan etmiş
27 Nisan e-muhtırasına sebep gösterilen Kutlu Doğum Günü'nü milli bayram olarak öneren yasa teklifi, Saltanat'ın kaldırılmasından bir gün sonra Meclis gündemine getirildi. Cumhuriyet'in ilanından beş gün önce de kabul edilen yasa 12 yıl yürürlükte kaldı. Kutlamalar yapılmadığı gerekçesiyle 1935'te iptal edilmiş.
TBMM'de önceki gün Meclis Başkanı M.Ali Şahin, Başbakan Tayyip Erdoğan tarafından açılışı yapılan '90 yılda 90 belge' isimli sergide ilginç bir belgeye yer verildi. Türk Demokrasi tarihini gözler önüne seren belgeler arasında  Meclis'in Peygamber Efendimiz'in (sas) doğum gününü milli bayram olarak kabul etmesi de yer alıyor. "12 Rebiülevvel gecesiyle gününün Milli Bayram olmasına dair teklif ile kanun metni" başlıklı belgenin hikayesi oldukça ilginç. Saltanat, Cumhuriyet'in ilanından önce 1 Kasım 1922'de kaldırılmıştı. Bir gün sonra yani 2 Kasım tarihi 12 Rebiülevvel'e yani İslam Peygamberi'nin doğum gününe denk geldi. Aynı gece Mevlid Kandili kutlanacaktı. Yozgat mebusu Süleyman Sırrı Bey, hem alınan kararları kutlamak hem de Mevlid-i Nebevi'yi anmak için dua okunmasını, bir de top atılmasını önerdi. Burdur mebusu İsmail Suphi Bey'in önerisi ise ilgi çekiciydi. Bu günün milli bayram olmasını teklif etti. İcra Vekili Reisi Rauf Bey, her iki teklifi de birleştirerek 1-2 Kasım gecesi ve ertesi günün 'milli bayram' olmasını önerdi. Bu teklif Meclis'i oluşturan milletvekilleri tarafından sevinçle karşılandı. Yapılan oylamada da kabul gördü. Rauf Bey'in teklifi Meclis'te müzakere edildikten sonra 24 Ekim 1923'te kabul edildi.




Hz. Muhammed'in doğum gününün milli bayram kabul edilmesi Cumhuriyet'in ilanıyla aynı günlere denk geldi. Bu kanundan 5 gün sonra 29 Ekim 1923'te Cumhuriyet ilan edildi. İki kutlamanın tarihlerinin yakın olmasının 'Hakimiyet Bayramı'nı gölgede bıraktırarak, unutturduğu öne sürülüyor. Hakimiyet Bayramı, tam 12 yıl yürürlükte kalmasına rağmen hiçbir zaman kutlanmayan bayram olarak da tarihe geçti. 12 Rebiülevvel Gecesiyle Gününün Milli Bayram Adinde Dair Kanun şöyle: Leyle-i Viladet Hazreti risaletpenahiye müsadif olup Türkiye'de saltanat-ı şahsiyenin ilgasıyla hukuk-ı saltanatın uhde-ı millete istikrarını ve hakimiyet-i milliyenin teessüsünü suret-i katiyede tesbit eyleyen kararın Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce kabul edildiği 12 Rebiülevvel gecesi ile günü Hakimiyet Bayramı addolunmuştur. Zaman